İstikbalden verilen haberlerin Peygamberimizin nübüvvetine olan delili.

İŞARET’ÜL İ’CAZ:6.MESELE: 

ALTINCI MESELE: Bu mesele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi dört nükte vardır:

Birinci Nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.

İkinci Nükte: Bazen olur ki iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur. Birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:

Bir adam düşünmeden gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm’in fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabîl kelâmlardandır.

Üçüncü Nükte: Bu zamanda vesait, âlât ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi âdileşmiş olan çok şeyler vardır ki eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, hârikalardan addedilecekti. Kezalik kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır.

Mesela, bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kur’an, elbette ve elbette hârikadır.

Dördüncü Nükte: İrşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez ancak onlarca malûm ve me’luf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerîm yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır.

Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için hiss-i zahirî ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ibham etmiş ise de yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz’etmiştir.

Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et:

Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır.

Evet tehzibü’r-ruh, riyazetü’l-kalp, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-ceset, tedvirü’l-menzil, siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelat, âdab-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vaz’etmiş fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akılların meşveretine havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile şu zaman-ı terakkide en medeni yerlerde en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, tâkat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.

Evet, zahiren İslâmiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle –Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen– Kur’an’ın hakaikine dikkat ettikten sonra “Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: “Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.” Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-i Kur’aniye, tulû ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Nasâra ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.” İşte bu feylesof فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهٖ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ … الخ olan âyet-i kerîmenin mealini tasdik etmiştir.(Hâşiye: Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşâallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.)

Sual: Gerek Kur’an-ı Kerîm olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun; her fenden her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle hârika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?

Cevap: Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer’ edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabîl fezlekelerdir. Bu kabîl fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki her bir fezleke, me’hazi olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise bir şahısta olamaz.

Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lâzım olur.

1- Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.

2- İki şahıstan sudûr eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.

3- Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup zamanın geçmesiyle tekâmül eder.

4- Eski zamanda nazarî olup bu zamanda bedihî olmuş olan çok meseleler vardır.

5- Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.

6- Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler. Her işleri merdanedir, kalpleri ve lisanları birdir.

7- Çok ilim ve fenler vardır ki âdetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.

8- Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.

9- Beşer için bir ömr-ü tabiî olduğu gibi yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabiî vardır, onun nihayeti olduğu gibi bunun da nihayeti vardır.

10- İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekânın çok tesiri vardır.

11- Eski zamanlarda hârika addedilen çok şeyler vardır ki mebâdi ve vesaitin tekâmülüyle âdi şeyler hükmüne geçmişlerdir.

12- Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i hârika olsa bile muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.

Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol; bu asrın sahilinden dal, Ceziretü’l-Arap yarımadasına çık; o yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak.

Göreceksin ki: Bir insan tek başına… Ne muîni var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle, saadet-i dâreyni intac ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder, gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki:

Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.

Ey arkadaş! Bu gördüğün garib, acib sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılablar, vaziyetler فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهٖ deki emr-i tacizîyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.

Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.

وَاِنْ كُنْتُمْ فٖى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا… الخ olan âyet-i kerîmenin işaret ettiği gibi cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şâri’in cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kur’an hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir:

1- Diyorlar ki: Kur’an’da “müteşabihat ve müşkülat” denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, i’cazına münafîdir. Zira Kur’an’ın i’cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.

2- Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise talim ve irşad mesleğine münafîdir.

3- Diyorlar ki: Kur’an’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere muhaliftir. Bundan, o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise Kur’an’ın sıdkına muhaliftir.

O heriflerin zu’mlarınca Kur’an’a bir nakîse ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kur’an-ı Kerîm’e bir nakîse teşkil etmez. Ancak Kur’an’ın i’cazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kur’an’ın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık şahit ve kat’î delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir, hâşâ Kur’an-ı Kerîm’de değildir.

Evet وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلًا صَحٖيحًا § وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقٖيمِ

Şairin dediği gibi fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri ta’yib ediyorlar veya ayı gibi elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kur’an’ın o yüksek i’cazına yetişemediğinden, ta’yib ediyorlar.

Kur’an-ı Kerîm’de müteşabihat vardır dedikleri birinci şüphelerine cevap:

Evet Kur’an-ı Kerîm, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâzâ avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır.

Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’an’ın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir.

Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat pat ederek konuşur ki çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerîm’in ince hakikatleri اَلتَّنَزُّلَاتُ الْاِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerîm’in üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkül istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir.

Kur’an’da müşkülat vardır dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:

İşkâl dedikleri şey ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’an’ın müşkülatı bu kabîldendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neş’et eder; Kur’an-ı Kerîm, bu kısım müşkülattan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belâgat değil midir? Belâgat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!

Yaradılışta ve maddiyata dair meselelerde Kur’an mübhem geçmiştir dedikleri ikinci şüphelerine cevap:

Şöyle ki: Şecere-i âlemde, meylü’l-istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meylü’l-istikmalden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır. Bu meylü’t-terakki çekirdek gibidir, neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa o olamaz. Birincisinin ona mukaddime ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır.

Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib meselelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir fayda vermezdi.

Mesela, Kur’an-ı Kerîm “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, arzın hareketine ( Hâşiye: Hasta halimde, nevm ile yakaza arasında ihtar edilen bir nüktedir: Şemsin yerinde mevlevîvari yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek, şemsin mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa yıldızlar düşerler. Said Nursî, Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri Eğer sükûnuyla sükûnet eylese cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. Mütercim) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahâzâ on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi ruh-u belâgatla da kabil-i telif değildir.

Sual: “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır.” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?

Cevap: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahirî taalluk etmemiştir ki o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise onlara itikad ve onlar ile itminan peyda etmek mümkündür. Öyle ise o gibi şeylerin hakk-ı sarîhi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki onlara bir şaşırtma olmasın.

Fakat Kur’an-ı Kerîm, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. (Hâşiye: Mu’cizat-ı Kur’aniye risale-i nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş. Mütercim)

Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kur’an-ı Kerîm’in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi yüksek i’cazını da ispata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.

Kur’an’da delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:

Kur’an-ı Kerîm’de takip edilen maksad-ı aslî; ispat-ı Sâni’, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerîm’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizatihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerîm Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerîm coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan sanat-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakiki’ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitaptır. Binaenaleyh sanat, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur.

Fe-binâen alâ zâlik mademki Kur’an’ın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi meselesi, o hissiyata kasden delâlet etmek için değildir. Ancak kinaye kabîlinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâzâ hakikate ehl-i tahkiki îsal için karine ve emareler vaz’edilmiştir.

Mesela, eğer Kur’an-ı Kerîm, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneşin zahirî hareketiyle hakiki sükûnuna ve arzın zahirî sükûnuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın her şeye kādir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz.

Maahâzâ onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabîlinden olup ifade ettikleri zahirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet, görmüyor musun قَالَ deki ا hiffeti ifade ediyor. Aslı و olsun ى olsun, ne olursa olsun bize taalluk etmez.

Hülâsa: Mademki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selâse Kur’an’a nakîse değil, Kur’an’ın yüksek i’cazına delillerdir. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı talim eden Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki o Beşîr ve Nezîr’in (asm) basar ve basîreti, hakikati hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tahirdir.

175

Tagged: Tags

Bir cevap yazın