Bilimin Hakikati

İşarat-ül İ’caz ( 86 )

Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev’-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delalet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir ımame var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ülema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâni’in kasd u hikmetini ilân ediyorlar.

Âdeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.

Muhakemat ( 40 )

Dokuzuncu Mukaddeme

Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebaîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nev’de olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet külliyet intizama delildir. Zira birşeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahidleri tezkiye eden, nazar-ı hikmetle istikra-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünki dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-ı âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayr ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. Hem de sabittir ki: Ekrem-i halk benî-âdemdir. İstidadı ve san’atı buna şahiddir. Hem de benî-âdemin en eşrefi, ehl-i hak ve hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir. Hem de sabittir ki: Ekmel-i küll Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Mu’cizatı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi, muhakkikîn-i nev’-i beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.

Vakta ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev’-i beşer şekavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tâmmı nakz ve ibtal ve meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm ismine kasem ederim: Nev’-i beşer, şer ve kubh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.

Evet hukuk-u umumiye-i kâinata cinayet eden afvolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i uhrada hayır, şerri i’dam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa âlemin muntazama ve mükemmele ve evamir-i İlahiyeye mutia olan sair enva’ ve ecnas; bu perişan ve şekavetçi olan nev’-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan iskat ve zulmethane-i ademe nefy ve vazife-i hilkatten tardetmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir. Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve âlemde saltanat sürmek ve âhirette saadet-i ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise istikra-i tâmma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın hükmüne de muhaliftir. Evet istikbal bu davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise âhirette görülecektir. Şöyle: Eşhastan kat’-ı nazar, nev’î ve umumî hüsn ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz’î, hem küllî olan hüsn, hak ve hayır ve kemalin meydan-ı galebesi ve mahkeme-i kübrası; ve beşeri, sair ihvanı olan kâinat-ı muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasib tecziye ve mükâfat veren, yalnız dâr-ı âhirettir. Zira onda hak ve adalet-i mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan istidadat-ı gayr-ı mahdude ve ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir. Beslemek ve terbiye için başka âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.

Muhakemat ( 16 )

Âlemde meyl-ül istikmal vardır. {1: Bizim bir Kürd demiştir:

            Her zerrede temayül ayandır tekâmüle

            Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile

            Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,

            Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.  Kahriyyat}

Onun ile hilkat-ı âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl-üt terakki mevcuddur. Bu meyl ise telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr ise; tekemmül-ü mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebadi ise; fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka’ ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.

İşarat-ül İ’caz ( 117 )

Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır.

Hutbe-i Şamiye ( 38)

Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni’-i Zülcelal’in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Meselâ: Tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve Kozmoğrafyaya tâbi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni’-i Zülcelal’in o nev’deki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve  اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ hakikatını gösteriyor.

Mesnevi-i Nuriye ( 23 )

Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem’eden o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu’ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a’lâdan nâzil olan hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün Benî Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev’-i beşere “Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? diye irad ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevab veriyor.

Muhakemat ( 155 )

Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir.

Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazet-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medeniye ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk ve saire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ ederek tenmiye ve tefri’ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünunun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni menedemiyor.

174

Tagged: Tags